46 No.lu şehir, 13 No.lu mahalle, 8140 No.lu sokak… Kulak tırmalıyor değil mi? Hem de nasıl!. Bu kadarla kalsa öpüp başıma koyacağım ama kalmıyor. Bütün samimiyetimle söyleyeyim ki, aklıma geldikçe ruhumu örseliyor; hem de duyduğum ilk günden beri..
Efendim, vaktiyle devletin resmi posta kurumu aracılığıyla Maraş’a bir zarf göndermem icabetti. “Alıcının adını, Sarayaltı Cad….” diye başlayan adresi ve diğer gerekli bilgileri yazıp gönderdim. Aradan üç beş gün geçtikten sonra muhatabımı arayıp sorduğumda, zarf henüz varmamıştı. Biraz daha zaman geçti, yine yok… Derken bir de baktım ki, “aldım” haberini beklediğim zarfın kendisi bana geri geldi. Üstüne düşülen notta deniyordu ki: “Yazılan adres bulunamadığından….”. Hasbünallah!. Ne demek “adres bulunamadı”?! Taşınma, terk-i diyar etme, ölüm v.s. sebeplerle kişilerin/kurumların bulunamamasını anlarım da, bu “adres”in başına ne gelmiş olmalı ki yerinde bulunamıyordu!!. Meğer öğrendik ki bir el; her biri tarihten acı-tatlı bir hikayenin, şahsın, bir kuşun, çiçeğin, ilh. izlerini taşıyan sokak levhalarını indirip, yerine cibilliyetsiz numaraları sırayla çakıvermiş. Heyhat ki, kamu yönetimi eliyle yapılan bu değişiklikten bir başka kamu kurumunun haberi yokmuş! Hem de yegane işi bu sokaklara posta taşıyan kamu kurumunun…
Şimdi düşünüyorum da; şayet yapılan iş faydalı ve gerekli idiyse, bunu yapanlar, oldu olacak elleri değmişken okulları, camileri, çarşı-pazarı da nasipsiz bırakmayıp birer numara da onlara lütfetseymiş. Matematik dünyasında numara kesatlığı mı vardı sanki!
Bu işin neresinden tutsak elimizde kalır. Sözgelimi; yabancı dillerin dilimizi köşeye sıkıştırdığını, ticari ve sosyal hayatımızı adeta istila ettiğini insaf sahibi herkes dile getiriyor; öyleyse sokaklarımıza isim olarak koyduğumuz o güzelim Türkçe kelimeleri bir kalemde tedavülden kaldırmakla, düşene bir ‘depik’ de biz atmış olmuyor muyuz? Bizi “biz” yapan, düşüncemizin, meramımızın, kelamımızın, öfkemizin, sevincimizin, hüznümüzün yegane tercümanı olan Türkçe’mizin hak ettiği herhalde bu olmasa gerek.
Bu değişiklikten nasibini alan cadde/sokaklarda evi veya işyeri olanların veya onların misafirlerinin -dile getirmese de- maruz kaldığı zaman kaybı, iş kaybı, basılı evrakının çöpe gitmesi, resmi işlemlerinde yaşadığı zorluklar v.s.. Bunların hesabını kim verecek, zararı kim tazmin edecek? Bu da işin bir başka yönü.
Merakımı bağışlayınız;
Çocukluğumuzdan beri kimiyle her gün, kimiyle ara sıra gözgöze geldiğimiz, mektuplarımızın “gönderen” bölümüne, başka yazışmalarımızda kendimizi tanıttığımız unsurlardan biri olarak, ismimizin hemen altına yazdığımız, kimin ne kadar önemsediğini bilemesem de gerçekte her birimizin kişiliğinin bir parçası olan sokak isimlerini böyle hoyratça değiştirmek neyin nesidir? Şehrin mahalle, sokak, meydan ve çarşıların ve isimlerinin, aynı zamanda ‘şehrin kimliği’nin bir parçası olduğu bilinmiyor mu yoksa?
Sözün burasında Prof. Dr. Erol Göka’nın “Ev” başlıklı köşe yazısından şu sözlerini iktibas etmekte fayda olduğunu düşünüyorum: “Yaşam çevremizi kabullenmemiz, kendimizi oraya ait hissedebilmemiz için oraların bizim mülkümüz olmasına da ihtiyaç yok. Kentlere, sokaklara, camiye, otobüs durağına sahip olamayız ama yine de onlar ‘bizim’dir, onlarda kök salabiliriz. Aramızdaki aşinalık ilişkisi sayesinde o yerin kimliğinde biz, bizim kimliğimizde o yer, hep oluyor.”
Daha önceki bir yazımda zikredilen “şehrin şahs-ı manevisi” ifadesinin işaret ettiği hususlardan biri de bu tür konulardır. İyi niyetle yola çıkılmış bile olsa, nereye varacağı iyi hesaplanmadan atılan adımların, son tahlilde faillerinin ‘şehir’ ve ‘şehirlilik’ kavramlarına bakışını ele vereceği aşikardır.
Vaktiyle İstanbul’da Nişantaşı civarında bir caddenin ismini değiştirmeye yeltenildi ama semt sakinleri haklı ve yerinde bir tepki ile buna izin vermediler. Yaşadıkları yere sahip çıkıp bu hamleyi geri püskürttüler.
Galiba ‘şehirlilik’ bilinci ve kültürü tam da budur.
Bu hatadan geri dönüş erdemine talip olacak bir ‘şehirli’ çıkacak mı, göreceğiz..